19 Ocak 2019 Cumartesi

Laz Kültür Hareketinde Tanıklığım


Giriş:   
Herkesin Bir Anadil Hikayesi Var  

Kitaba vesile olan espiri

Değerli çalışma arkadaşım İrfan Aleksiva, 2014 ün Haziran ayında İstanbul Kartal'daki baba ocağına başsağlığı için beni ziyarete geldiğinde, seneleri katedip bu günlere vardığımın ayırdına vardım. Laz Kültür hareketinde ( LKH ) onyılları geride bırakığımın, halkımın asimilasyona direnmede, direnç insiyatifini bizden sonra gelen kuşağa devrettiğimiz, sanki o an bilince çıktı.

"Benim için okuyacaksın" dileği ile, bir okuma sevdalısı olmama vesile olan, son yıllara kadar fikren  çatıştığım babamı, toprağa verdigimiz henüz on gün olmuştu. Babamın benden okumamı istemesi tüm eğitim yıllarımı belirlemişti. Okuyan insana saygısı yaşamı boyunca ona eşlik eder. Babamın bu ısrarı, ilk okuldan sonra okula devam etme olanağının olmayışına dayanır. İlk okul sonrası yatılı devlet okulunu kazansa da "köyde iş var " gerekçesi ile Didinana ( Lazca da büyükanne ) ilk oğlu olan babamı okutmaz.

Beni o acı günümde ziyarete gelen, benden sonraki kuşağın en önemli temsilcilerinden İrfan Aleksiva'ya, kısa bir sohbetden sonra merakla sorarım. 

" Laz Dili ve Kültürüne dair, bir çok konuda önemli mesafeler kaydettik. Bir süreci yaşadık. Ben de kendimce bir çok adım attım. Benim kişi olarak, bu güne kadar ihmal ettiğim bir konu var mı evladi ? "

İrfan Aleksiva, o Laz halkının doğal mizah anlayışına göre bir espiri patlatır.

" Selma abula, eskiden bir İsa Peygamber vardi. Yaşadiği dönem bir şey yazmadi da, göğe yükseldikten sonra, 12 havarisi kutsal kitap İncili kaleme almak durumunda kaldi. Biz de aynı durumda kalmayalum da, şu bizum sureci bir yazsan çok hayirli bir iş olurdi "

Halkımın doğal mizah anlayışına göre sıradan bir espiri de olsa, çok mahçup olurum."Estafullah evladi, bana yüklediğin misyon çok ağır, umarım bunun hakkını verebildim" desemde, "Oyledur da Selma abula, bu süreci başlatanlardansun, yazmak da sana düşer" der o mütevazi haliyle.

Yazma sürecimde yer yer değinsemde, Laz Kültür Hareketinde Tanıklığım, konusunu bütünlüklü olarak kitaplaştırma görevini böylece üstlenmiş oldum. 

Bir konuyu kağıda dökmek için, genelde uzun bir süre kuluçka dönemi yaşarım. Bu dosyanın ilk cümlelerini yazmak için de iki yıl gibi bir zaman dilimine ihtiyaç duydum. 

2016 yılı Mayısın ilk haftası yazmaya başladım. Yazma sürecinin nekadar zaman alacağını, sonuçta nasıl bir yazma metodu ile kitaplaştıracağımı, pek bilmeden ilk sayfaları yazmaya koyuldum.

Yazdıkça, önce kendi Anadil hikayemi kağıda dökmem gerektiğini anladım. Laz Kültür Hareketi Sürecine mesafeden bakıp, sağlıklı bir değerlendirme yapabilmem  için kendi Anadil Hikayeme ve yazma serüvenime bütünlüklü olarak bakmam gerektiğini anladım.

Bu nedenle bu konuyu, kendi  Anadil hikayem ekseninde, birebir tanıklık ettiğim süreci, bir anlatı olarak kaleme almaya karak kıldım.

Belki de kitap çalışmalarımda bir dönüm noktası olacak, 3 kitabı kapsayacağını düşündüğüm LKH Sürecinde - 35 yıl Tanıklığım - dosyasına, değerli çalışma arkadaşım İrfan Aleksiva'nın talebi üzerine başlamış oldum.

Laz kimliğinde ilk farkındalık

Laz kimliğinde ilk farkındalık, orta okul yıllarımda başlar. Sanırım Türkçe'yi şiveli kullanıyordum ki, bir okul arkadaşım, kendisine sınavda kopya vermediğimde,"Rum tohumu" diye arkamdan söylenir. Bu ifadeyi bir küfür olarak kullanan arkadaşıma cevap veremeyip, çok alındığımı hiç unutmam. Bunu bir kırgınlık ile bırakmayıp, adını dahi hatırlamadığım okul arkadaşımı, gidip tarih hocamıza şikayet ettiğimi de. O yıllarda öğretmenlere özelliklerine göre lakap takardık. Tarih hocamızın lakabı "Füze burun"du. Füzeburun'un, beni teselli etmek için " Asıl Türk siz Karadenizlilersiniz, siz de Türkler gibi orta asyadan geldiniz" diye  avuturdu.

Sanırım bir süreliğine yüreğime su serpilse de, ikna olmamıştım. Ancak, Laz kimliğine dair ilk merakın ve soruların, o yıllarda uyandığını tahmin ediyorum.

K'oç'iva'larda meraklı sorular

Lazlarda da, Kafkas Kültürlerine has bir toplumsal yapılanma mevcutur. Bu toplumsal yapılanmanın ana direği, aile birliklerinden oluşan Sülaledir. Otuz kırk yıl öncesinde, ulusal bir ruhi şekillenme olacağı yerde, kan bağına dayalı, aile birliklerine göre bilinçlenme ve  gelişme yaşanırdı. Ben K'oç'iva'lı olmayı, pozitif bir rol modeli olarak, çocuk yaşta öğrendim. Kafkas topluluklarında, kendine özgü olan bu aile birlikleri, halen Lazistan'ın dağlık kesimlerinde sosyal yaşamı belirleyen  toplumsal bir dokudur.

Bu, Anadolunun değişik bölgelerinde farklılık gösteren, aile yapılanması Doğu Karadeniz'de özellikle dağlık kesimlerdeki feodal yapıdır. Bölgenin sahil kesimlerinde ise, aile birliklerinin ve feodal yapılanmanın belirgin olmadığını gözlemleriz. Örneğin Dutxe'deki ve Hopa'daki aile yaşamı köy ve kent yaşamı gibi farklılık gösterir.

Bu gün de Lazlarda modern anlamdakı ulusal bilinç gelişmemiştir. 

Laz Kimliği bilincinde farkındalık, bende ilk olarak aile birliği  toplantılarında yetmişli yıllarda gelişir. Babamın kuşağındaki olağan aile toplantılarında "Lazlar nerden geliyor?" sorusu  ekseninde süren sohbetleri merakla, defalarca dinlemişimdir. 

Resmi Tarih'deki "Türkler orta asyadan gelir" önermesi temelinde gelişen, aile büyüklerimin biraraya geldiklerinde birbirine sorduğu bu cevapsız sorular, benim ve benim kuşağımın kimlik bilinci uyanışında maya olmuştur. 

O yıllarda, bu cevabı alınamayan soruların ardından, Lazca'yı Türkçe'ye çevirmedeki zorluk üzerine, bitmeyen sohbet ve anekdotlar gelirdi. Lazların doğal mizah anlayışından beslenen, espiri dolu sohbetler, daha sonraki yıllarda da değişik ortamlarda devam eder.

Benim gözlemlediğim kadarıyla bu, Lazların yetmişli yıllardaki ' ruhi şekillenme' durumuydu. 

Almanya'dan Lazuri Alfabe'yi gönderdiğim, seksenli yılların  ortasından sonra, bu aşina olduğum soru "Lazuri va gobiç'ondrinaten " ( Lazca'yı Unutmayacağız )temennisine dönüşür. Bu toplantılardan birinde Faik Y. abi "Bizim burda elimizde bir imkan yoktur. Elinizden geleni yapmazsanız, Laz Halkı yarın bunun hesabını sizlerden sorar" dediğinde hayretler içinde kalmıştım.

Üst düzey bir emniyet görevlisi olaran Faik Y. abiden böyle bir talep beklemezken, dikkat çektiği toplumsal sorumluluk,  gündelik yaşamımda gönüllü bir göreve dönüşür. Aslında Faik Y. abi ve onun bildik emniyet görevlilerine benzemez oluşuna dair, çok anekdotlar dinlemiştim. Görev alanında, gençlere zarar vermeyecek bir şekilde davrandığı üzerine güzel hikayeler. Emniyet tarafından aranan devrimci gençlerin "evde bulamadim" diyerek, kapısından döndüğünü aile büyüklerimin sohbetlerinde duymuştum.

K'oç'iva'lardan bir diğer unutamadığım an ise, İstanbul'da akraba arasında, bir düğünde karşılaştığım Rahmi Amcanın, tek bir Lazca cümle ile, omuzlarıma  yüklediği Anadil duyarlılığıdır. Babamın kuşağından, devlet memuru olan, Lazca konuştuğunu hiç duymadığım, Rahmi amca, bu akraba ortamında beni görünce "Lazebura va gobiç'ondrinaten" ( Lazca'yı Unutmayacağız ) diyerek karşılar beni. Bu tek cümle Lazca ile, içimden taşan sevinci, aynı yoğunlukta bana yüklenen sorumluluğu, çok uzun süre hissettim. 

Öyle ki bizden sonraki kuşak, Kültür Hareketimizde görevi ve insiyatifi devralıp, kültürümüzün yeniden üretiminde, verimli olana kadar, yüklendiğim duyarlılık ve sorumluluk, yaşamımın nerdeyse tümünü  belirledi.

Ne zaman 2013 de, üç on yılı geride bırakırım, kültürel üretimde gücümü ne kadar farklı alanlara böldüğüm iyice bilince çıkar. Artık yaşamımın en verimli döneminde olduğumun, kendimi yazmaya vermem gerektiğini anlarım.

Böylelikle, yaşarken çok keyif aldığım süreci, yazarken de keyif alarak adeta yeniden yaşarım. Özlemle yıllarımı katettiğim, yazma dönemlerinde Dikili ' deki Nanaşi K'onaği adını verdiğim mekana  kapanırım.  

Süreci yazmaya, ilk etapta kendi Anadil hikayemi kaleme alarak başlamam, daha sonra mesafeden bütünlüklü olarak bakmak içindir. Süreci bütünlüklü olarak değerlendirmek, Kültürel Laz Kimliği  üzerine söz söyleyebilmek,başlıbaşına bir süreç olan Lazca yazma serüvenimi kağıda dökmek de mümkün olmayacak. 

Sonuçta, bir üçleme kitap hedefliyorum. Hem kendi içinde birer ayrı kitap, hem de bir bütün olarak tek bir kitap gibi olabilecek. Göze aldığım çalışma sanırım yıllarımı alacak. Kimi aylarını yoğun yazma ile geçireceğim, kimi aylarını yüreğimin kıyısında kalan ayrıntıları demlediğim.

Herkesin yüreğinde bir sancı yatar. Benimkisi içime bastırılmış sesler ve ezgilerden oluşan sessiz bir destandı.'  Yazmasam kaybedeceğim ' dediğim ' anadilim, Nanaşi nena, yazdıkça çoğaldı, içime bastırılmış sesler şiir ve öykülerde dillendi, yıllanmış destanları kağıda aktardıkça, içimdeki sancı yazdıkça azaldı.

Beni yetim bir çocuk gibi, himayesine alan ülkenin dilinde tasfir edildiği gibi
Schreiben Befreit . ( Yazmak özgürleştirir ).

Herkesin bir Anadil Hikayesi var

Benim büyüdüğüm ailede, Laz dili ve Kültürünü yaşayan son temsilci bendim. 
Benden sonrakiler Lazcaya hakim değildi artık. Biz altı kardeşiz, kardeşlerimin dilsel gelişimini göz önüne alınca, Lazca'nın hızla kaybolma sürecini görebiliyorum. 

Ben Lazcayı birinci dil olarak öğrenirken, benden sonraki kızkardeşim ve erkek kardeşim iki dilde büyüdü. Daha sonraki kızkardeşim ve erkek kardeşim, Lazca'yı sadece anlıyorlar, en küçük erkek kardeşim ise Lazca öğrenmeden büyüdü.

Bu süreç öyle hızlı bir süreç ki, atmış doğumlu olan ben ile yetmişdört doğumlu olan en küçüğümüz arasında, bir kuşak kadar zaman bile yoktur. Lazca'ya hakim olma durumu, kimlik bilincini de bereberinde getirir. Ben Laz dili ve kültürürüne odakli bir yaşam sürerken, Lazca'yı öğrenmeden büyüyen kardeşlerim, yaşadığımız  kültürel erozyona kayıtsız, bunun da ötesinde, kendini Türk olarak hisseder. 

Her bireyin bir anadil hikayesi vardır. Ben kendi anadil hikayemi özetleyecek olursam, Türkçe bilmeden ilk okula başladığıma vurgu yapmalıyım. 

Doğum yerim Dutxe köyü, Xalikana mahallesinde ilk okul 1965 de açılır. O yıllarda mahallelerde ilkokulun açılabilmesi için yeterince öğrenci olmalıydı. Böylece benim yaşıtlarım bir grup öğenci beş yaşında okula alınır. 

Okula başladığımızda, tüm çocukluk arkadaşlarımla aynı durumdaydık.
Eğitim dili Tükçe'yi bilmiyorduk. Okumayı öğrendiğimizde bile, her okuduğumuzu anlamıyorduk. 

Daha önce yazılarımda paylaştığım, o yıllara dair unutamadığım, siyah -beyaz resimlerden biri, yaşam boyu bana eşlik eder :  Bir gün okulun bahçesinde arkadaşım Aysel ile meyilli bir alanda oturup, elimizdeki kitabı okuyorduk. Metinde geçen 'göz' kelimesini anlamadık ki, yanımızdan geçen Aysel in babası Asım amca, bize dönüp, eliyle işaret eder,
" Toli , e skiri toli  ! "  ( Göz, evladım göz ! )

Nana, iki senede bir Dutxe'den, Istanbul'da çalışan babamın yanına gider gelir, beni ve kardeşlerimi de yanında götürürdü. Tüm ilkokul yıllarımda bu gel-gitleri ailece yaşarız.

İstanbul'da ilk okula devam etmem gerektiğinde ise, yeterince Türkçe bilmiyorum diye, okula kaydım yapılmaz. Bir emekçi mahallesi olan, oturduğumuz yerdeki çocuklar okula giderken, beni bir yıl evde bekletmelerini, çektiğim okul özlemini unutmam. 

Kendisi ilk okuldan sonra, okula gönderilmeyen babam, bir yıl boyunca beni öyle eğitmişti ki, bir yıl sonra okul kaydında, beni ikinci sınıfa almak isterler. Bu kez babam, okula alınmadığım ilk günden daha çok kızar ve itiraz eder. Böylece bir yıl geçikme ile, 8 yaşımda ilk okula başlarım.

Arkadaşlarımın takılmalarından, Ortaokulda bile, Türkçe'yi şiveli konuştuğumu tahmin ediyorum. 

Yazmaya  merakım, edebiyata olan ilgim de orta okul yıllarına dayanır. Orta ikinci sınıfta, yazdığım Kompozisyonları değerlendirirken, Türkçe öğretmenimin ,"Selma ilerde yazar olacak " dediğini hatırlarım.

Liseli yıllara geldiğimde ise, anneme," Nana"  ( Anne ) diyemeyecek kadar " Güzel Türkçe" yaşamımı belirler . 

Liseden sonra Universite de Edebiyat Fakültesinde okumak isteyen bir öğrenciyken, Lazlardaki geleneksel beşik kertmesine direnmede, toplumsal konulara ilgi duyar, sosyalist  kitapları okumaya başlarım. 

Kartal'da Devrimci Liselilere katılıp, öğrenci gençlik içinde örgütlenirim. Okumaya öğrenmeye meraklı, dinamik bir gençlik hareketi içinde bulurum kendimi. 

Lise sonda mağduriyet yaşadığım talihsiz bir şiddet olayı, ilerdeki yaşamımı belirleyecek bir travmaya neden olur. Buna rağmen, Liseden sonra okuma isteği,  1978 de içine düştüğüm tüm kırılganlık ve acılardan baskın çıkar.

Babam "Neslimi okutacağım" diye Dutxe'yi terkedip, İstanbul'un Anadolu yakasına yerleşmişti. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki batılı tarzda aydınlanmaya adeta tapan babam, çocukluğumda yıllarca Liseden sonra okumamı telkin eder. 

Ancak 12 Eylül öncesinde Sıkıyönetim vardır ve bütün Üniversiteler kapalıdır. Böylece aile meclisinde, okumak için Almanya'ya gönderilmem kararı verilir. 

Lise den sonra, 1979 un sonunda, Almanya'ya gittiğimde, memleket  özlemiyle birlikte, anadilime olan merak gelişir. Siyasi sebeplerle 1985 e kadar, beş yıl boyunca Türkiye'ye gidememek, çocukluk dünyama ve Lazca'ya olan merak derinleşir.

Daha sonra 1980 li yılların ortası gibi, düzenli İstanbul'a ailemin yanına  giderim ve Lazca konuşma özlemini gidermeye çalışırım. Aile büyüklerim dahi tüm ısrarıma rağmen, bana Türkçe cevap vererek konuşurlar.

Uzun yıllar, İstanbul'da yaşayan ailemin yanına gittiğimde, Lazca konuşur, Lazca cevap vermelerini beklerim. Bu isteğim, 2005 den sonra, ancak 20 yıl sonra mümkün olur. 

2010 da, senenin yarısını Türkiye'de geçirmek için İstanbula gittiğimde, annem ve babam ile Lazca karşılıklı konuşabiliyor, benim küçüğüm kızkardeşim ve erkek kardeşim ile de, kısa da olsa, Lazca sohbet edebiliyordum. Onların küçüğü kızkardeşim ve erkek kardeşim ile Lazca konuştuğumda kısa cevaplar alabiliyordum. En küçüğümüz de beni sevindirmek için, kısa Lazca cümleler kurmaya çalışırdı :

-Bese, muç'ore? ( Bese, nasılsın )
-So ore Bese ?  ( Nerdesin Bese? )

Bu gün, benim bulunduğum aile ortamlarında Lazca sohbetler, espiriler, anılar hiç eksik olmaz, bu İstanbul'da olsun, Dikili'deki aile mekanımızda olsun, Art'aşeni 'de veya Dutxe'deki K'oç'iva'larla  akraba ortamında olsun, hiç fark etmez. 

Anneleri Lazca bilen yeğenlerim, Lazcayı az da olsa öğrenerek büyüyor. 

Bir ailedeki anadil hikayesine bakarak, bir halkın kültürel asimilasyonu nasıl seyir eder, aşama aşama görebiliriz. Yine bir ailedeki anadile dair duruşa bakınca, egemen kültüre karşı direnç nasıl seyir eder, adım adım izleyebiliriz.

Bir halkın kimlik bilincini belirleyen bir süreç, tarihe bakılınca bir anlık kadar kısa bir süredir. Lazca yazma sürecinin seyri ise, anadile sahip çıkmadan kültürel kimliği korumanın mümkün olmayacağını bize bir kez daha gösterir.

Sanırım, bu dosyayı çalışmayı ve konuyu yazmayı bitirsem de, yaşadığımız kültürel kimliği kazanma süreci üzerine, yayılmaya devam edilecek. Laz Kültürünün evrensel değerlere göre yeniden üretimi devam ettikçe, süreç de, buna dair yazılanlar da devam eder.

Hep gerekli olduğunu bildiğim, ama ertelediğim, LKH sürecine dair tanıklığımı kayda almama vesile olan, İrfan Aleksiva'ya teşekkür ederim.

Bu duygu ve düsüncelerle tamamlamayı sabırla beklediğim dosyayı, kitaplaştırıyor ve okuyucu ile paylaşıyorum. Gerçekçi yaklaşımınız ve yapıcı eleştirileriniz yazma sürecime vazgeçilmez bir katkı olacaktır


I. Kitap 

LAZURİ ALFABE    ( 1983 - 1993 )

1- Lazca kaynak arama 

Her Lazca yazmak istediğimde 

Her kalemi elime alıp, anadilimde yazmak istediğimde, o günlere geri dönerim. Yaşadığım şehrin gri gökyüzünde güneşin doğmasını sabırla beklediğim yıllara.

Yurt dışına mülteci  göçünün yoğun olduğu, seksenli yıllardı. Memlekete gidemediğimiz, bir şekilde yurt dışında  kalmaya mahkum olduğumuz vakitlerdi. Hasretin yaşamımızı belirlediği zamanlar.

Memleket haberlerini, akşam saatlerinde, Köln Radyosundan dinlediğimiz vakitlerdi. Vazgeçilmez anlar, hasret türkülerini kasetlerden dinlediğimiz araba yolculukları.

Geri gelmeyeceğini bilsekte çocukluğumuz, o masum yıllara dair, yüreğimize gömülü diller. Anaç sıcaklıkla, ilk duyduğumuz ezgiler, manilerle anadilimizin içimizden dirildiği gurbet akşamları, belirir gözümde.

Bu günde böyledir, ne zaman bilgisayarı açar, Lazca yazmak isterim, o yıllara geri dönerim.

Memet amca'nın ailesine gönderildiğim o sonbahar günlerinin büyüsü sarar beni. Ruhr Havzası'nın yağmurlu hüzünlü havası dolar içime. Almanca ve Lazca konuşan kuzenlerimle vakit geçirirken ilk yazdığim Lazca sözcükler kelebeklenir yazılarımda.

Türkçe alfabe ile yazamadığım, bir iki ay almanca öğrendikten sonra Almanca Alfabe ile Lazca yazma merakım canlanır gözümde, Altenessen'deki o madenci  semtinde, o duruşu savaş yıllarından kalmış gibi binada geçen, kasvetli ve eğlenceli akşamlar. Geride biraktığım muhteşem şehrin suileti ile ısınmaya çalıştığım, soğuk kış geceleri.

Aile büyüklerimin ortak kararı ile, öğrenci hareketine katılmanın cezası olarak, gönderildiğim bu yeni ülkede ilk yapmak istediğim, eğitim dili Almanca'yı öğrenip, Lazca yazmaktı.

Ufak öğrenci bavulumda bir kaç hatıra eşyasından başka köyümde çocukluk arkadaşlarımla söylediğim mani hafızası vardı. Ben Almanca kursundan, kuzenlerim orta dereceli okuldan döndükten sonra en sevdiğimiz uğraş, karşılama söyleyip sesimizi teybe almak olurdu.

Buna vesile olan Dutxe'deki çocukluk arkadaşlarımla Didinana'nın evinde yaptığımız veda gecesinde, bir kasede kayda aldığımız maniler ve karşılamalardır.

'Ç'axirak'ani k'aya
Ç'umani moyoft'are,
Ma bulur Almanyaşa 
Ardaa va moft'are'

Babam bizi ailece İstanbul'a getirdiğinde, Memet amca çocuklarını Almanya'nın bu kömür kokan bölgesine getirmişti. Ben ve kardeşlerim ikinci dil olarak Türkçe öğrenirken, buradaki kuzenlerim Almancayı öğrenmişti.

Geldiğimde ben henüz Almanca bilmiyordum, kuzenlerimin Türkçesi akıcı konuşmak için yetersizdi. Bize kalan çocukluğumuzun dili Lazca üzerinden anlaşmaktı. Belki de kısa süre içinde Lazca yazmaya merak sarmam bundandır.

Anadilim Lazca, Türkçeye benzemediği gibi, Almanca'ya da benzemiyordu. Sanki bir başka dildi. Ezgileri gibi kendine özgü. Dutxe'nin yüksek dağları arasında çınlayan çocuk sesimizde çoğalan siyah beyaz resimler gibi, kalıcıydı.

Okumaya Almanya'ya gönderilmem fikri Nana'ya aittir. Ailemizin hikayesinde, hep en yenilikçi birey Nana olmuştur. Kartal'daki aile ocağından ayrılırken bir damla gözyaşını bana göstermeyen bu Laz Kadınını anlamak, hep bana zor geldi. Bu gün de, böyledir.

Babam ise Almanya yolculuğuna çıkacak, beni de getirecek, bir tanıdığın minibüsüne benzin doldurur ve kadınlara özgü duygu yükü ile, gözyaşları boynundan aşağı süzülerek beni uzaklara, bir bilinmeze uğurlar.

Ona bu adımı attıran, ülkenin içinde bulunduğu siyasi kargaşa ortamında can güvenliğimin olmamasıydı. 'Canın sağ olsun da, biz hasrete dayanırız' diyen, anaç sesini hiç unutmam babamın. Nana ise, her zamanki kendinden emin sessizliği ile ' ben sana güveniyorum ' der gibi bir bakış ile uğurladı beni. Dededen kalan binanın avlusunda, bir kadın heykeli gibi kala kalır.

Kardeşlerimi o ayrılma anında nedense hatırlamam. Her birine dair espirili hikayeler destesi benimle birlikte gelirken, kim bilir onların payına düşen kaybetme acısı, nasıl derin izler bırakır.

78'de Lise de yaşadığım olay sonrası, doğa ve sevgi içerikli 200 kadar şiirimi, ateşe verir, şiire ve edebiyata küserim. Daha sonra sadece zaman zaman siyasi şiir yazarım.

Yola çıkmadan siyasi şiirlerimi evin yüklüğü ile duvar arasına zula eder, yıllarca unuturum. Yıllar sonra Nana yüklüğü restore ettirirken bulur,78 de yazdığım şiirleri ,daktilo ile yazıp ufak bir zarf ile zula ettiğimi kendim bile unuturum.

Topladığım tüm kitaplarımı Nana'nin elbise dolabinda bana ait olan kısma yüklerim.

Ancak yanımda götürdüklerim de vardı.

Ruhr Havzasına gelirken taşıdığım ufak bavuldan, bana eşlik eden, bir kaset çıkar. Çocukluk arkadaşlarımla doldurduğum o eski kaset. Mani ve karşılamalar ile, anadilimde söylenmiş ezgilerle o çocuk sesleri, peşimden gelir.

Ruhr Havzasına gelirken, en kıymetlimdi, o ezgiler.

Him k'aset'i :

Do3'ulva valizi gom3'isi him k'aset'i gamalu. Ar kçe mendili na mep'k'ori do dolokunaşepe na meşk'abdvi. Ebzdi do xvameri ar nç'areli st'eri eksalefe şk'imi na mo3'iru senduği kocebdvi.

Dutxe- Xalik'anuri berepe, ham noşk'eri şurate, uça mp'ula go3'aberi noğaşa mobit'işa kek'emaones.


Uzaklarda Lazcanin farkina varmak  

Yıllar sonra bir gün nana " Almaniaşa Lazuri doguru şeni goşk'vit i? ( Seni Almanya ya Lazca öğrenmeye mi gönderdik") demişti. Bunun okumaya geldiğim bu ülkenin dilini, Almancayı öğrenirken bize öğretilen ilk sorular ile alakalı olduğunu çok sonra anladım.

Woher komst du?
Wer bist du?

Nerden geliyorsun?
Sen kimsin?

Ne garipti yaşam hikayem. Ben bu ülkeye gelirken bilmezdim ki, kim olduğumu. Nasıl anlatırdım, bir yazısı, olmayan dili içime gömüp geldiğimi. Kim olduğumu sorma ile başlayan üçüncü dilimde, nasil cevap verebilirdim, kim olduğumu bilmeden.

Almanca öğrenirken, sadece bir dili değil, düşünmeyi de öğrenirdim. Merak etmeyi, sorulara cevap aramayı, düşünmeyi. Böylece yolum düşer, en yakındaki  Alman Universine, tozlu kitapların raflarına. Yanlız olmaya rağmen İçimden yükselir, bir memleket hatırası gibi yüreğimde saklı ezgiler, Didinana'nın şefkatli sesi gib canlı kalır.

Almanca öğrendikçe, Lazca'nın farkına  varmak, farklı bir dil olduğu bilincine varmaktı. İlk Lazca cümlelerimi, Altenessen'de Memet amcanın ailesi ile kaldığım aylarda yazarım. Almanca'daki "ch" sesi Lazca da daha önce yazamadığım, yazmak istesemde okuyamadığım o ses idi. Böylece, ilk kelimelerimi Almanca Alfabe ile yazarım:

ochori    ochorza    achi   ---   oxori   oxorza   axi

Evinde kaldığım Sevim Teyze ve ablası Halise Teyze bir Kağıt Fabrikasında çalışırdı. Eve öğrenciler için sarı çizgisiz defterler getirirler. İlk Lazca kelimelerimi bu sarı defterlere yazarım. Ve uzun bir süre tarihi papirus kağıdı gibi, saklarım bu defterleri. Sanırım kişisel arşivimde bir kaç sayfası hala durur.

Yeni bir dil, yeni bir dünya

Memet amcanın ailesinin yanında fazla kalamam. İki ay Almanca kursu sonrası ailenin toplumsal değerleri ile çatışırım. Kurstan yarım saat geç gelmem bile sorun olur. Benim İstanbul'da Öğrenci Hareketi içinde bulunmuş olmam, solcu  olarak bilinmem bir güvensizlik yaratır.

Kısa sürede düşünce arkadaşlarımı telefon ile ararım. En yakın Öğrenci Derneği Dortmund'dadır. Bir akşam üstü, İstanbul'dan gelirken yanıma verilen ufak valizime hatıra eşyalarımı ve Lazca kaseti koyar, giderim.

Bir kaç yıl Altenessen'e uğramam.

Kısa bir süreliğine beni, dernek çevresinden bir ailenin yanına misafir olarak yerleştirirler. Almanca kurslarına iki aydan fazla devam edemem. Üniversite Öğrencileri için almanca Dil Kursu masraflarını karşılayamam. Babam beni okumaya göndeririken harçlık olarak elindeki bütün nakit parayı yanıma veririr. Ozamanın parası ile tam 2.000 Mark. Almanca kursunu ödeme ile altı ayda babamın yanıma verdiği harçlık biter. Öğrenci olarak iş bulmak ise, mümkün değildir.

Öğrenci derneğinden Can, o vakitler bir Cafe'de garson olarak çalışır. Aldığı 40 Mark gündeliği benimle bölüşür. Dernek arkadaşım da olsa borç almak zoruma gider. Küçük bir deftere borçlarımı yazarım.

Öğrenci arkadaşlarım arasında Lazca konuşan yoktur. Çocukluğumun dilini içime gömerim. Aynı Kartal'da yaşadığım felakete dair resimleri, Kapı Kule kapısından çıkarken, ülke sınırında bıraktığım gibi.

Çocukluk arkadaşım Meyremin adını lakap olarak alır, Dortmund'da, hayata yeniden başlarım. Sanki adım bana uğursuzluk getirmiş gibi, yeni bir isimle başlarım öğrenci yaşamına. ( Lazlarda bir inanç: devamlı hastalanan çocuğun adı yaramadı diye değiştirilirdi)

Öğrenci yaşamı zordur burda. Arkadaş edinmek, dil öğrenmek, iş bulmak, bir sorunlar yumağı sarar insanı. Yedi ay sonra İstanbul'a geri dönmek isterim.

Ülke koşulları askeriye dönemdinde, inanılmaz zordur. Düşünce arkadaşarımız cezaevine atılır, öldürülür. Karabasan gibi gelen haberlerle burda uykuyamaz oluruz. Gazeteler Devrimci Gençlerin asıldığını yazar...

Aslında gelirken iki yıllığına gelmiştim. Almanca öğrenip İstanbul'a geri dönecek, devrimci mücadeleye bıraktığım yerden devam edecektim. Almanca öğrenemeden dönmek istemem. Bir amaca ulaşmadan geri dönmek işime gelmez.Yetim bir gençkız gibi henüz 18 yaşımda düşünce arkadaşlarıma sığınırım. Öyleki, dernek arkadaşları dışında tutunacak bir dalım yoktur.

İstanbul'a geri dönmek bazı şeyleri göze almak demekti. Burda kalmak ise maddi olarak, nerde ise imkansız bir şeydi. Bu gel-gitler ile bir süre geçer. Can bir sene içinde ailesi ile tanıştırır, İstanbul'a dönmemi istemez. 'Gitme, can yoldaşım ol ' der.

Aileme mektup ile bildirir, evlenmeye dair fikirlerini sorarım. Babam ' yanlız olacağına , yanında seni seven biri olsun, kızım' diye yazar. Nana'nın cevabı, farklıdır : 'Almanya için evleneceksen, hemen geri gel ' Ben, babamın öğüdünü dinlerim.

Olay ne babamın ifade ettiği gibi idi, ne de Nana'nın uyarısı gibi. Bizim kuşakta evlilik gibi, beraberlikleri de belirleyen, soyut bir bireysel aşk yerine, aynı dünya bakışı ile sistem karşıtı bir mücadele içinde, yoldaş olmaktı. Bu derin bir heycan ile yaşadığımız kollektif eylemlilik, çoğu kez karşılıklı ve koşulsuz olan, özveri ve sevgiyi de belirliyordu.

İki odalı tamir edilmemiş bir öğrenci evi tutarız. Ailesini kısa sürede benimserim. Bir kız evladı olmadığına hep üzülmüş annesi, beni bağrına basar. Trakyalı muacir bir ailedir. Farklı bir kültür, liberal bir aile yapısı bana bu gurbet ortamında, kapanmayan yaralarıma merhem olur.

Can ile düşünce arkadaşlığımız hayat arkadaşlığına dönüşür. Böylece, Ruhr Havzası'nda kalırım. Gençlik acılarıma mesafe almak istesemde, bunu tümü ile başaramam, onlar yıllar boyu bana refakat eder.

Çocukluğumun dilini, içime attıkça, derinlere, görünmez bir yere gömülür. Günler aylar bir tek kelime Lazca telaffuz etmeden geçer. Bazan Can'ın ailesini ziyaret ettiğimizde, Hopalı komşuları ile sohbet eder, dilimin pasını alırım.

Düşünce arkadaşlarım siyasi sohbetlerde Lazca fıkralar ile gönlümü almak ister. Gönlümü mü alırlar, kaşımı mı yararlar belli değidır. Laz denildimi, sol derneklerde bile bir fıkradan öte geçimez dönemlerdeydik.

O günleri andığımda, sıcak yoldaş sohbetlerinde, araya giren Lazca fıkraların burukluğu yükselir içimden. Hala izleri durur,o yıllarda, güvenim sonsuz düşünce arkadaşlarımın içime dolu yağar gibi fıkra anlatışları.


Çocukluğumun seslerini içime gömerek

Kısa sürede Öğrenci Derneğinde sevilen Meyrem arkadaş olurum. Çok sürmez anaç yapımla 'Meyrem Ana' lakabını hak etmem. Böylece Dortmund ve çevresinde sevilen bir yoldaş olan Can'ın hayat arkadaşı, Meyrem Bacı olurum.

Kimse bu şehirde bilmezdi, içime gömdüğüm sesleri. Çocukluk arkadaşlarımın ezgileri ve manileri beni nasıl etkilerdi. Köyümde derelerin akışına kattığım destanları, geride bıraktığım yüksek dağların doruklarına olan bitmeyen hasreti. Doğduğum ahşap evdeki kuzine sobanın başında, Didinana'nın yanında  kalmak istediğimi, kim tahmin edebilirdi.

Ah, beni bu soğuk ülkeye süren, o talihsiz olayı.

Kimse sormazdı, kim olduğumu, nerde dünyaya gözlerimi açıp, neden siyasete meramım olduğunu. Çocuk sevdiğimi gömdükleri, o muhteşem şehri neden geride bırakıp da, bu gökleri maviyi bilmez, demir ve kömür çölüne yolum düşeli, sisler altındaki tepelerim gibi bir gizli dilim olduğunu bilmezdi.

Öğrenci Derneğinde sohbetler ve seminerler ülke üzerindeki kabuslu dönem üzerine yürürdü. Bildiriler yürüyüşler burda yaşayan mülteci ve göçmenleri bilgilendirir, aslında belirsiz hedef üzerine yürürdü. Yine de yolu buralara yeni düşenin sığınacağı sıcak kapısı olurdu.

Bu günden bakınca, öğrenci derneğindeki seminerlerde soyut ve karmaşık cümler kurulur, ağır siyasi teoriler üzerine saatlerce konuşulurdu. Ne kadar anlaşılmaz ve hayattan kopuk olduğunu o vakitler farkında olmasak da, ortak bir konuda hemfikir olmaya çalışmak, gurbette hayata tutunmanın bir gereğiydi. .

Dortmund derneğinin en sevilen konuşmacısı hayat arkadaşım Candı. O, sevdiğim espirileri ile anlatırken, sanki ona duyduğum sempati ile, içime gömdüğüm kendi dünyamdan, çocukluğumun renkleri ve seslerinden daha kolay uzaklaşırdım.

Çocukluk arkadaşlarımla tenefüsse çıktığımızda, dere akar gibi konuştuğumuz, bana Didinana'nın kutsal bir ayet gibi gelen Lazcası, Can'ın dinleyenleri adeta esir alır seyir eden sohbetlerinde,daha derinlere gömülür. Benim gizli bir pusula gibi yanımda getirdiğim gizemli 'ev-dildim'.

Bu şehirde ne vakit akşam üstü kasvet basar, Didinana'nın en sevgi dolu sözcüğünü duymak isterim. Bir ibadet yeri gibi severek, çıplak ayakla dolaştığı tarlalarından birinden geri döndüğünde ilk söylediği sözcüğü duymak isterim:

'En na gogağarare' ( Ben sana kurban olayım )

Okul dilim olan Türkçe'de bile sevgi sözcükleri yavan ekmak gibi gelirdi. Ondandır ki bu insanı da soğuk şehirde, bana koltuk değneği gibi yeniden yürümeme vesile olan Can'ın sevgisini ifade edemeyen biri olmasını ilk zamanlar garipsemem. Sanki benim sevgi dilimi bilmiyen biriydi.

Ne de olsa büyüme yıllarım Yazlık Sinemalarda,Türk Filmleri izleyerek geçmiş, sevgiye dair dağarcığım melankolik bir duygusallığa vesile olmuştu. İlerki yıllarda  Can, kendi yaşama bakış açısını katarak açıklama yapmak durumunda kalır : ' Sevgiyi, sözle değil, davranışla tartmak ve anlamk gerekir'

Böylece geçer günler, aylar, koskoca iki yıl. Yavan ekmekle sofradan kalkar gibi. Bazan özlem, günün akışını belirler, içime gömdüğüm sesler yükselir, bir kaç maniyi bildiğim ezgilerle mırıldanırım. Yanlız olduğumda, bulaşık yıkar, cam silerken.

Bidiri dağıtır, yürürken, kimse yokken.


'En3vi e mp'ula en3vi
Dutxe dolop'3'edare
Ma bulur gurbet'işa
Ar daa va moft'are'


İçimdeki dili kaybetme korkusu

Yeni bir ülkede, yeni bir dil ile sarmalanmış, yeni bir ailenin kızı olmıştum. Adımı değiştirmiş, gençliğimin acılarını ülke sınırını geçtiğimde, sınırda bırakıp buraya kadar gelmiştim.

Ben, ben değil de, başkasıydım. Can'ın hayat arkadaşı, ailesinin biricik gelini, yoldaşlarımın anaç bacısı, kendi hikayesi olmayan biriydim. Çocukluğumda toprak ve yeşillik ile yoğrulmuş bir çocukken, 20 li yaşlarımda kendime yabancı bir hayat sürüyordum. Hayat akışımdaki bu gerçekliğimden kopmayı bir sorun olarak, aslında kendim de yıllar sonra tesbit ederim. İçimdeki derinliği ve yoğunluğu kimse fark etmezdi.

Özlemin yüreğimi dağladığı akşam sohbetlerinde daldığımda, 'Neyin var' der gibi bakan Can'ın o sadık bakışları olmasa, ' bu ortamda kimse beni fark etmiyor ' diyebilirdim. Oysa, çevremizdeki yoldaşların sevecen 'Meyrem Bacısı'ydım.

Böylece geçer birbirine benzer günler, aylar, koskoca iki sene.

Bir gün Can'ın ailesinin yaşadığı Bilefeld yakınlarındaki köyde idik. Telefon çalınca bana olduğu söylendi. Duyuduğum tanıdık bir sesti. Sımsıcak, anaç kollar gibi, kucaklayan. İçime gömdüğüm sesleri, dili duydum. O konuştukça ben sustum, sustukça kızardım, yüreğim hızla çarparken kekelemeye başladım.

Berlin'den arayan Fetiye Xala'm her zaman ki gibi Lazca konuşuyordu:

'Bese, mu xali giğun, vorsi ore i?
Si zade gomau'

'Ben iyiyim, teyze, sen nasılsın. Berlin'e ne zaman geldin?

Ne kadar konuştuğumuzu, o Lazca konusurken ne kadar kıvrandığımı şimdi hatırlamam.O çaresizlik, o yüzüme basan ateşi, teleşı bu an gibi bilirim. Lazca'yı unutma korkusu, o sohbette başlamıştı. İçimdeki kıymetli sesleri duyamama korkusu. Yaşamda pusulayı yitirme gibi bir şey.

Sevdiğim ezgileri duyamama, doğanın renklerini görememe, dokunduğun eli hissetmeme gibi bir şey. Can'ın dostluğu yoldaşlığı ender olsada, yüreğine ulaşamadığım bundan mıydı? Yüreğimin dilini anlamaz olduğundan mıydı ?

İçimdeki dille sürdürdüğüm monolog, gündelik yaşam sürerken, sanki , tek anlık mutluluklardı. Bir belirsizlik yaşamıma sinmişti. Siyasi sohbetler, yoldaş eylemleri, bildiri dağıtma, şehir şehir, yürüyüşlere taşınma da olmasa, günler daha zor geçerdi.

Yanımda yüreğine ulaşamadığım bir can yoldaşı, geceleri zaten zor geçerdi, dipsiz kuyu misali. Soyut cümleler kurarak konuşmaya meyilli, yaşamda estetiğe, sanata duyarsız. Doğaya farkındalığı olmayan, ayrıntıyı algılamaz, içimde sakladığım güzelliklerden habersiz. Duygudaşlık olmadan, ne zordu, bir yoldaş beraberliği.

Edebiyat Fakültesinde okuma hayalinde bir Liseliyken, aksar İstanbul'da Beyazıt Meydanı'nda öğrenci olma hayalim. Bir siyasi sürgün gibi gönderilirim bu garip memlekete.

Adımlarım geri giderk geldiğim bu ülke, Lise Diplomamı bile tanımazdı. Harçlığım bitince çalışma imkanım olmaz. Can'ın annesi kiramızı öder, haftalık harçlığımızı verirdi.

Bu edilgen yaşama çok uzun süre dayanamam. Yabancı öğrencilerin geçim için ilk yaptıkları işlerden temizlik işleri bulur, öğrenci evimizin geçimini üstlenirim.


Mçxomi K'udeli kobak'ni

Mçxomi k'udeli bak'nişa sum 3'ana kogolaxt'u. 
Ma gverdi ndğa dulyaşa manjura gverdi ndğa mektebişa bulurt'i. 

Oxori dulya kinçi st'eri dobikumt'i kogamobulurt'i. 
Mutu va memağet'u, mutu ti var maçetinert'u.

Xut'i kat'i ncin na oren oxorina şk'unişa muç'o putxineri kebulurt'i. 
Çainat'işi yuk'i mobumeri, guri patxaleri gobulurt'i.
Hik'u menceli sole bz'ramt'i, mona va domanç'inet'u va mişk'un.


Ulusal Sorunu tartışmalarında

Öğrenci yaşamımız kimi günlerde, sosyal ve toplumsal konularda derin sohbet toplantılarında geçerdi. Genelde hafta sonları Evangelische Studenten Gemeinde (Protestan Öğrenciler Birliği'nde ) seminerlerimiz olurdu. Bu seminerlerde en aktif katılımcı ve yönetici hayat arkadaşım Can'dı.

O zamanlar en revaçtaki konu ' Türkiye'de Ulusal Sorun ve Kürt Sorunu ' idi. Liseli yıllarda okumaya başladığım Marksist Literatürde en çok ilgimi çeken konuda ' Ulusal Sorun ' olurdu. Gençlik Hareketimin siyasi önderi, İbrahim Kaypakkaya'nın bu konuya dair makalesini duyarlılıkla okurdum.

O yıllarda okurken önemli bulduğumuz paragrafların altını çizmek adettendi. Ben kitapları kalem ile zedelemeyi sevmezdim. Dikkatimi çeken pasajlara kurşun kalemle ufak üçgenler çizerdim. Ünlem işaretine benzer, şekiller karalardım.

Düşünce arkadaşlarımın çoğu Kürtçe yada Zazaca bilir, uUusal Sorunu hararetle tartışırlardı. Onlar ' Kürt Sorunu 'nu müzakere ederken, benim Lazca ve Lazlara dair sorlarım çoğalır, doğal olarak halkımın kökenini merak ederdim.

Kartal'daki aile toplantılarından ' Lazepe sole mulunan ? ' ( Lazlar nerden geliyor ) sorusu benimle birlikte buralara kadar gelmişti. ' Herkes tek dil bilirken, biz neden Lazca konuşuyoruz?' düşüncesi gibi. Biraz Almanca öğrendikten sonra, ' Didinana, Aprili kelimesini nerden biliyordu? ' gibi bir dizi soru daha belirir, cevabını bilmediğim.

Düşünce arkadaşlarımın Ulusal Sorun tartışmalarında yeri olmayan, gereksiz sayılacak sorular. Sohbetler tüm detayı ile sürerken ben derin düşüncelere dalar, içime gömdüğüm dilimin ezgileri yükselir, soyut ve karmaşık cümlelerle yürütülen o hararetli tartışmaları bastırırdı.

O vakitler yoldaşlarımın siyasi platformunda, Ulusal Sorun tartışmalarında Lazlara yer yoktu. İçimde çoğalan soruları soracak halde bile değildim.

Siyasi yapımızın emekçileri kadın arkadaşlar arasında, toplantı salonunun mutfağı ile seminer odası arasında kalmış sessiz bir taraftardım. İçime bir dilin ezgilerini gömdüğümü fark eden yoktu. O tartışmaların yoğunluğunu takip ederken, daha çok öğrenme isteği tüm varlığımı sarmalardı.

Bir gün yine aynı salonda, seminerdeydik. Yemek arası verilir ve teorik tartışmalardan, sıradan konuşma ve sohbete geçilir. Çok kıymet verdiğim, anlatımı kuvvetli bir yoldaş çarpıcı bir Laz Fıkrası ile ara konuşmaları bastırır.

Fıkrayı hatırlamıyorum. Diğerleri gibi içime dokunan bir içerikte olmalıydı ki, yemek masasına tabağı vurup, titrek bir sesle ' Ben buraya fıkra dinlemeye gelmedim' derim. O kalabalık arasında kimse ' üst düzey ' yoldaşa ' Sen ne yapıyorsun' diyemedi.

Olayın faturası bana yazılır. Alınganlık ve duygusallık üzerine uzun söylemler yapılır. Kimse bana bir Laz Fıkrasına kırılma hakkını dahi vermez. Ulusal Sorun tartışmaları bu koşullarda sürüp  gideder.

Siyah ile beyaz arasında grinin ve ara tonların görülmediği vakitlerdi. 80 li yıllardı, yurt dışındaydık.

Oysa İstanbul'daki yoldaşlarım daha farklıydı. Her biri ayrı bir Anadolu Kültüründen gelen Liseli gençler arasında bir Laz kızı olmak, özel ve saygın bir durumdu. Laz halkının cografyamızın vazgeçilmez bir parçası olduğuna dair, güzel düşünce ve duyguları benle paylaşan düşünce arkadaşlarım arasında kendimi hiç yabancı hissetmezdim.

1978 de bir öğrenci evindeki o eşsiz resim uzun yıllar belleğimde canlı kalır. Daha sonra anti-fasist mücadelede yaşamını yitiren bir abimiz , grup halinde oturan devrimci  gençlere şöyle der: " Bakın, her birimiz ayrı bir halktan geliyoruz ; Kürt, Türk, Alevi, Laz, Gürcü, Ermeni, Arap, bir sofrada oturuyoruz, tüm Anadolu burda bakın yoldaşlar"

Çocuk yaşta olsak da, Anadolu halklarının kardeşçe birarada yaşayacağı, gelecek toplumuna dair güzel düşünceler, büyük umutlara vesile olur. Ben kişi olarak, I.Kaypakkaya'nın , yoldaşlarımın bildirilere giriş yaptığı " Çeşitli Milliyetlerden Türkiye Halkı" ifadesinde, Laz halkından da söz edildiğini , bana da hitap edildiğini düşünürdüm.

1978 Kuşağının verdiği bu bilinç ile, yurt dışına savrulduğumda, kendi halkımın anadil ve kimlik konularının peşine düşmemde, o yıllarda aldığımız toplumsal ve siyasal bilinç, yönlendirici olmuştur.

Lazca Kaynakların peşinde

Bir sonbahar gününde, Can ile paylaştığım çatı katındaki eve, çevremdeki kadın arkadaşlardan Neriman misafir olur. Öğrenmeye meraklı bir Universite öğrencisi olan Neriman, sohbet arasında yaşadığım eyaletin en köklü Universitesi,  Bochum'daki Ruhr Universitesi'nde Lazca kaynakların bulunduğunu söyler.

Hiç de beklenmedik bir anda bu bilgiye ulaştığımda ise, başka bir gezegenden gelmiş birini dinler gibi bakarım kıza. Kendimi toparladığımda, emin olmak ister, Lazca yazılı kaynaklardan mı söz ediyor diye tekrar sorarım. Orientalistik bölümünde Türkçe derlere devam eden Neriman, Ruhr Universitesinde, Kafkasoloji bölümünde eğitim veren bir alman hocadan söz eder. Adını, eğitim verdiği bölümü, adresi , telefonu not alırım.

Kısa sürede sözü edilen Kafkasoloji hocası ile telefonda konuşurum. Sosyal Pedagoji eğitimine başladığım 1983 Kış Sömesteriydi. Dr. Job, Almanca ve Lazca bilen genç bir Laz öğrencinin, Lazca Kaynaklar için kendini aramasında şaşkınlığını ifade edetmekten sakınmaz.'Biz Lazların asimile olup, Lazca'yı unuttuğunu düşünüyorduk' der.

Dr. Job ile yüzyüze görüşmek için, Ruhr Universitesine gitmekte fazla vakit kaybetmem. O zamanlar Kafkasoloji Bölümünde ders veriyor, bölüm öğrencilerine Gürcüce öğretiyor, dilbilim üzerine ders veriyordu.

Lazca yazılı kaynaklara merakım üzerine biraz sohbet ettikten sonra,  benim ' biz Lazlar, eski rumca konuşuyoruz ' gibi bir iddiada bulunmam üzerine, bir batılı bilim adamının kibirli hali ile, adeta yukardan aşağıya doğru bakar bana, kendineden emin bir eda ile gülümser. ' Siz Lazlar eski rumca değil, bir Kafkas Dili konuşuyorsunuz ' der. Lazca eski Rumcaya değil, Gürcüceye yakın akrabadır.

Denizin dalgalı haline benzer bir ruh hali ile, başvurduğum alman Dilbilimci hocadan duyduklarım karşısında donup kalırım. Kendi halkıma dair en doğal genel bilgileri bilmeyen bir yüksek okul ögrencisi olarak, belirgin bir mahcubiyetle susarim.

Taa ortaokul yıllarına kadar geri giderim. Kendisine kopya vermediğimden dolayı bana ' Rum tohumu ' diye küfreden okul arkadaşımı tarih hocasına şikayet ettiğim o masum hallerimi düşünürüm.

Tarih hocası Füze Burun'un beni teselli eden sesini duyar gibi olurum : ' Asıl Türkler siz Karadenizlilersiniz' . İşte o yıllarda başlayan sorular yumağı beni, bu betondan sıra dağlar gibi duran kurumun dar koridorlarından geçerek bir dilbilimcinin huzuruna getirmişti.

Bir Alman Universitesin'de, içime gömdüğüm dilde yazılı kaynakların peşindeydim. Bana yapılan bilimsel açıklamayı duyduğumda yirmi üç yaşıma gelmiştim. Yaptığı bilimsel çalışmayı son derece ciddiye alan bir eğtim uzmanının karşısında, o yaşa kadar isimsiz bırakılmış , nüfüsta kaydı olmayan biri gibi zor durumda kalırım.

Dr. Job'un önerisi üzerine Universitenin Bölüm Kütüphanesine gideriz. Ufak mekanlara deryalar sığdırılmış gibi, dokunuşunda bile önemsediğini hissettiren, raflardan tozlu kitapları indirir. O güne kadar hiç öyle eskmiş kitap görmemiştim. Kalın cilt kapakları, sararmış sayfaları ile, adeta geçen yüzyıldan kalmaydı.

Daha sonra dar koridorlardan geçerek, tekrar tüm duvarları kitap ve dosya kaplı ufacık bürosuna döneriz. Dr. Job hala, Lazca bildiğime inanmaz bakışlar ile kuskuyla süzer beni. Çok sürmez, elindeki tozlu kitabı aralar, beni hayretler içinde bırakan, ilk bakıştan sempati ile algıladığım, bir alfabe ile yazılı kitabı okumaya başlar:

' Ela komoxti ela en na va mogalasen,
Gogala gogala do na çk'imda cegalasen '

Dutxe'deki mecilerden hatırladığım, bu mısraları duyduğumda, dağların sislere karışması gibi, sevinç ile hüzün karışır. Derin bir sessizliğe gömülü halde kalırım. Orta yaşlardaki alman hoca, oturduğu yerden bana döner:

'Bu Gürcü alfabesidir, gördüğün gibi Latin Alfabesinden ve diğer alfabelerden farklı, kendine özgüdür. Dünyanın ilk beş alfabesinden biridir. Yanlızca Gürcüce değil, Lazca da yazılabilir bu alfabe ile' der.

Okuduğunu anladığımda, artık Lazca bildiğime kanaat getirir sanki. 'Ben okuduğumu anlamıyorum' der. 'Ben de anladığımı okuyup yazamam' derken, gülümser, acı bir ifade yayılır yüzüme.

Bana yeni bir ufuk açan Kartveloji Uzmanı hocamın, Gürcüce Dil Kurslarına misafir öğrenci olarak devam edemem.O yıllarda geçimimi ve eğitim masraflarımı karşılamak için düzenli öğrenci işlerinde çalışmak zorundaydım.

Dr. Job'un bürosuna Lazca yazabilme sevdasiyla, kaç kez gittiğimi hırlamıyorum. En az iki sömester aşındırdım bir hücre kadar ufak, bir derya kadar zengin odasını. Yoğun çalışma programına rağmen zaman ayırır, bana Gürcü alfabesini okumayı öğretir. Bir kaç ay sonra, o eski kitaplardan yaptığı fotokopileri, yavaş yavaş yeni okumayı sökmüş biri gibi, okuyabiliyordum...

Yazmaya gelince, kalırdım öylece, yazamazdım.

Bir süre sonra Dr. Job Latince alfabesi yardımıyla yazmamı önerir. Latincede olmayan sesler için Transkripsyon Alfabesinden işaretler seçmemi tavsiye eder.

Böylece, Sosyal- Pedagoji eğitimim yanı sıra ikinci bir eğitime başlamıştım, 1983 yılının kış sömestirinde. Özel Lazca Eğitimim. Ne Kursu vardı bu dilin, ne okulu ne Universitesi. Tek öğrenci olmanın zorluğunun yanısıra, hocalarımı da arayıp bulmam gerekirdi.

Bir serüven gibi başladı, onyıllarımı aldı. Hiç planlı programlı bir süreç olmasada, beni bu günlere kadar getirdi. Yaşamıma varoluşsal bir anlam katarak, çelişkilerle yoğrularak, engebelerden geçerek, küller arasından süzülen yüreğimin dili, ışığa kavuştu.

2000 li yıllardan beri anadilimde düşünmek, düşündüğümü kağıda aktarmakta zorlanmadığım bir dönemi yaşıyorum. Günümüzde, kısıtlı da olsa, Lazca edebiyat kitaplarını hevesle okuduğum, dünya edebiyatından edebi eserlerin azar azar Lazca'ya çevrildiği, bu kıymetli çalışmaların, İstanbul Kitap Fuarına kadar gittiği zamanları yakaladım.

Bizden sonraki kuşaktan kültür emekçilerinin sorumluluğu üstlenip, çıtayı yükselttiği, giderek nostaljiyi aşıp bilimsel çalışmaya başladığı günleri de gördüm.

Ben henüz yolun başındayken, tüm heycanlarımı hayat arkadaşım Can ile paylaşırım. Önceleri pek önemsemese de, ona sevgi dilimde konuşurum. Sevincimi, acımı, yürek kabartılarımı içime gömdüğüm dilde ifade ederim.

Bir kaç yıl sonra, akşam saatlerinde şarap kadehi boşalınca, kısa cümleler ile yasaklı dilimede cevap verir.
' Neden çakırkeyifken Lazca konuşursun' diye soramam .

Ne ben özgürdüm Lazca ile, ne de duygusal olarak bana ulaşmaya çalışan, sadık yoldaşım Can.


Berlin'de Genel Dilbilimleri Fakültesi'nde

Berlin'e Fetiye Xala'mı görmeye gittidiğimiz, paskalya tatilindeydik. Gitmişken oradaki Universitelere de Lazca Kaynaklar için başvurmak istedim. Genel Dilbilimleri Fakültesin'e öylece çatkapı uğradım.

Çalışma saati biterken, bir akşam üstü, Dr. Gippert'e burda rastladım. Kafkasoloji uzmanı orta yaşlı bir alman hocaydı. Çalışmaları için Gürcistan'ın başkenti Tiflis'e gidip gelen, ender bir akademisyendi.

Kitaplarına gömülmüş bir halde kendisine rastladığım bu bölüm, Kafkasoloji kitap arşivine sahipti. Gürcüce ve Rusça bilmeden bu kaynakları incelemek mümkün değildi.

Bilimsel açlık ve hayranlıkla gezindiğim o eski binada, bir yolun ne kadar  başında olduğumun farkında bile değildim. Ana dilde yazma, kültürel kimliği kendi külleri arasindan yeşermesini izleyeceğim, kendi yazma serüvenimin yolu...

Dr. Gippert, beni sabırla dinledikten ve ' Lazca yazmak istiyorum ' dileğimi bir kaç tekrar ile duyduyktan sonra, çekmeceden A4 ebatında koyu sarı renkte bir bröşür çıkarır.

Beni hayretler içinde bırakan 'Lazuri Alfabe Taslağı' başlıklı bröşür Wolfgang Feurstein'ın çalışma arkadaşları ile hazırladığı bir taslaktı. Sessizce elime alıp bir etüd odasına çekilir, bir kaç kez tekrar eder, incelerim.

Issız ve karanlık bir ormanda, sönmeyecek bir fener bulmuş bir köylü kızı gibi, ısınır içim. Çocukluk arkadaşlarımla çığlıklarımızın yükseldiği Dutxe'nin dik yamaçlı dağlarına gider gelir düşüncelerim. Bir hazine bulmuş gibi elimdeki sarı kağıda basılmış Alfabe Taslağına baka kalırım.

Dr. Gippert'e öylesine minnettar kalırırm ki, o eski binada, ciltleri eskimiş kitaplar arasında kalmis, çok az konuşan, bu sakallı alman hoca, orta yaşlarda ermiş bir ruhani gibi gelir bana.

Beni ve misafiri olduğum Fetiye Xala'mı dilbilim öğrencilerine ders verdiği seminere davet eder.Lazca cümle yapısını çalışalım der. Benden sadece onbeş yaş büyük Xalam çekinsede, benimle Universiteye gelir. Aslında Can ile Berlin'de iki hafta kalacaktık. Bir kaç gün dönüşü erteler, bu daveti geri çevirm

O gün dilbilimi öğrencilerine , Lazca cümleler kurup tahtaya yazdığımızda, Fetiye Xala'mı bir gülme tutar. Ona Berlin'de Universtenin bir dersliğinde alman öğrencilere Lazca telaffuz öğretmek, çok komik gelir. Uzun yıllar kurduğumuz o Lazca cümlelerin birini unutmaz. Ben de.

' K'oçi cin golulun '

Karmaşık duygular ile geçirdiğim günün akşami eve döndüğümüzde, Xala'm çocuklarına Universitede nasıl Lazca ders verdiğimizi anlatır, gülme nöbeti tutmuş gibi güler ardından.

Berlin'den dönerken bir kaynaktan doyasıya su içmiş gibi, adeta susuzluğum azalmıştı. Elimde Lazca yazma klavuzum Lazuri Alfabe Taslağı vardı.

Dünyaya gözlerimi açtığımda köyümde, başka bir dil karıştırmadan konuştuğum dilde yazma kılavuzunu elime veren bu bilim insanı ile yöneticisi olduğu, Frankfurt Dilbilimleri Enstitüsünde yillar sonra karşılaşırız.

Lazlar hakkında bilgilendirme semineri verdiğim gün, öğrencileri için Lazcaya kısa bir giriş yaparız. Prof. Gippert artık Lazcayı Kartvel dilinin bir şivesi olarak görür ve tümü ile Gürcüce'verir kendni.


Lazca Merakımla yanlız kalmak

1984 yaz Sömesterinde ilk sınavımı Politik Bilimlerinde yaparım. Hocam konuyu kendim seçebileceğimi belirtince, fazla düşünmeme gerek kalmaz. Dernek Seminerlerimizde bitmeyen konu 'Türkiye'de Ulusal Sorun' u  alırım.

Prof. Kreis içeriğe bakınca, ' ikinci sömesterde Diploma Tezi mi yazmak istiyorsunuz' diye takılır. Konuya öyle hakimdim ki, dolayısıyla yüzeysel çalışamam, benim için her detay önemlidir. Sınav beklediğimden de iyi geçer, en yüksek notu alırım.

Son iki sömesterde Lazcaya dair öğrendiklerim beni büyüler, iki Fakültede okuyan bir Universite öğrencisi gibi olurum. Gündüzleri yarım gün Fachhochschule'de derslere girer, yarım gün geçimimi sağlayan sosyal işlerde. Akşamları içime saklı dilde öğrenme merak etme cevapsız soruların peşine düşme, devam eder.

Gittiğim Universitelerde yaptığım fotokopileri bir dosyada toplarım. Bir gün Dernek Seminerlerinde yoldaşlarıma göstermek için yanıma alırım. Sürgünde ülke sorunlarına odaklı yoldaşların kimi çalışkan bir Lise öğrencisi muamelesi yapar. Kimi de, toplumsal siyasal konulardan yan çizen ders kaçkını bir öğrenci muamelesi.

Lazcaya merakımla yanlız kalırım.

Hatırladığım kadarıyla bir tek hayat arkadaşım Can, manevi destek verir. Her zamanki gibi soyut cümleler kurar, ulsal sorunun teorik tartışmalarından yola çıkarak, anadilime olan merakımın anlaşılır bir durum olduğu tahlilini yapar. Az da olsa içime su serpilir, gecici olarak rahatlarım.

Kimse bana Lazca konuşacak bir komşumun, tanıdığımın, arkadaşımın olup olmadığını sormaz. Kimse içime gömdüğüm ezgilerin güzelliğini, manilerin karşılamaların ne kadar hoş olduğunu tahmin bile edemez.

'Meyrem Ana, senin sevgi dilin nedir' diye düşünmez sanki. Bu yüreği sıcak, anaç bacımız hangi topraktan, hangi destan ve ezgilerden beslenmiştir, merak eden olmuşmudur? Nasıl bir köyde, gözlerini açmıştır dünyaya, hangi sıla özlemini yüklenip de, buralara  gelmiştir, diyen .

Benim içime gömdüğüm bir dilim olduğunu, benim dağlar arasında bırakıp da geldiğim bir başka dünyam olduğunu, birlikte ölüme gittiğim yoldaşlarım nasıl hissetmez, nasıl algılamazdı. Biz birbirimizin meramını bilmeden, dünyayı değiştirme merakına mı düşmüştük ?

Oysa durum çok daha vahimdi. Ben kendim de bilmiyordum ki o seslerin, ezgilerin bir anlamı olduğunu, beni büyüten coğrafyanın bir hikayesi bir adı olduğunu, yoldaşlarım nasıl bilsindi.

Ne garipti o günler. Yeni bir dünya istiyorduk, canımızı veriyorduk, içimizdeki dünyayı kimseye göstermeden, adeta birbirimize dokunmadan, sanki ezbere yaşıyorduk.

Yoldaşlarıma haksızlık etmeden aktarmalıyı :
Onlardan beklediklerim boyumuzu aşardı o vakitler. Seminerde yanımda oturan, birlikte bildiri dağıttığım, yürüyüşe kolkola gittiğim yoldaşımın içine gömdüğü gizmli bir dili , bir başka çocukluk dünyası var mı diye, ben de merak etmezdim. Ben de aynı kollektif duyarsızlığın içindeydim.

Bu günden bakınca, tüm bunlar hiç anlaşılmyacak bir durum gibi.

Toplumsal otoriteye karşı çıkarken, hayalini kurduğumuz dünya, yaşadığımız gerçeklikten uzaktaydı. Okuduğumuz ağır teorik kitapların dilinde konuşur, yanımızdaki arkadaşın yüreğine dokunmadan günleri geçirirdik.

Oysa yaşam biriktirdiğimiz özlemleri bir gün çoğaltır, içimizde tutamaz hale getiririr. Çocukluğumun sesi, anadilim Lazca bir gün taşar içimden. Konuşacak kimse bulamam, monologlar, sıla özlemimi bir an da olsa hafifletir.

Bu, çevremin anlaması zor meramımla, yanlız hissederdim kendimi. Bazan, Can'ın dayanışması bile yetmez. Bu etrafa bakınca, gri suiletini gördüğüm gökyüzü, maviye susamış, içime çekemediğim havasına kömür sinmiş, deniz görmemiş külüstür şehirde ne aradıgımı sorarım kendime.

Anlamasa da Can ile içimdeki dille konuşur şakalaşırım. Çocukluğu yarım kalmış bir gençkız edasıyla, kızdığımda,' Çe badina ' olur hitabım, ani heycanlar ile sevindiğimde ' E çona şkimi çona ' gibi hitabe ile başlayan uzun söz demetleri. Bugün az anlasada, bir gün anlar belki umuduyla kurulan, sevgi demeti, Lazca cümlecikler.

Suyun akışına kim engel olabilirki. Toprağa sızan zayıf bir sızıntı da olsa yolunu bulur bir gün. Buharlaşsa, yok oldu sansanız da yağmur olur toprağa geri damlar. Acıları yüreğinize basarsınız, göz yaşını içinize akıtır, destanları kurutamaz, bir dili içinize gömemezsiniz.

Benim içinde böyle başlar, Lazca okuma- yazmayı öğrenmek. Yirmiüç yaşımda, doğduğum topraklardan dörtbin kilometre uzakta. Bu maviyi görmemiş, denizi dağları bilmemiş, çelik işlenen, kömür kokan diyarda.

Ruhr Havzasi'nda.

2-Lazuri Alfabe Taslağı ( 1984 )


Wolfgang hoca çıka gelir

İçimdeki dili kaybetme korkusu ile başlar yazma merakım.Va mç'ara na gomoç'ondrasen ! ' (Yazmasam unutacağım) dediğim zamanlardı. Lazuri Alfabe'yi dara düştüğünde okunacak bir dua gibi kutsarım adeta. İçimden kayboldu sandığım tılsımlı kelimler yükseldi. Bu yoğunluğu konuştukça paylaşacak, paylaştıkça çoğaltacak hiç kimsem yoktu.

Böyle bir yanlızlıkta Wolfgang hoca çıka gelmişti, karanlıkta bir yıldız kayar gibiydi. Lazca bilen bir akademisyen, Lazların tarihini halk kültürünü araştıran, batılı bir bilim insanı belirmişti birden, kendimi öğrenmeye odakladığım öğrenci dünyamda.

Gidişatını kendim belirlediğim Özel Lazca Eğitimim böyle başladı aslında. Tek bir hocayla başlayan bu kayıtsız okulun ilk öğrencisiydim. Wolfgang Feurstein ile, ilk telefon görüşmesi ile başlayan, on yıllarımı alacak sıradışı bir öğrenme-öğretme serüveni.

Wolfgang hoca, kendisi ile haberleştikten kısa süre sonra beni Dortmund`daki evimizde ziyaret eder. 1984 baharıydı. Geldiğinde, hayretler içinde kaldığını ifade eden, alman şivesinde düzgün bir Türkçe ile kurduğu cümle aynen şöyleydi : 'Bir Laz bu Ruhr Havzasında nasıl yaşar? ' Kendisi Güney Almanya'nın kırsal kentlerinde yaşamış, bu Avrupalının sanırım o zaman tam olarak ne demek istediğini anlamamıştım.

Görüştüğümüz o ilk hafta sonu, Lazuri Alfabe taslağı üzerine konuşuruz. O zamana kadar yaklaşık bir buçuk yıldır Latin Alfabesinde bulunmayan, Lazca'ya özgü sesler için, kendi kullandığım ek işaretleri, birlikte gözden geçiririz. Adeta doğaçlama yazmaya çalışmakta olduğmun farkında olmasamda, bunu süreç içinde anlarım.

Öyleki, Üniversitenin Halk Bilimleri Disiplininde, Diploma Tezini ' Lazlar da Maddi Kültür ' konusunda yazmış, Wolfgang hoca daki bilimsel arka plandan habersizdim. 

Bu koşullarda, Wolfgang'ın Lazuri Alfabe önerisi genelde bana sıcak gelir.

Ancak, kimi yazılım önerilerini ilk etapta benimseyemedim. Kaş yerine kesme işareti kullanmada, uzun süre ısrar ederim. Benim düşünceme göre, Lazca'ya özgü sesler için kaş kullanmak, Türkçe Alfabe'den fazla bir etkilenmeydi. Kesme işaretini daha estetik ve tarafsız buluyordum. 

Z' sesinin altta çengel ile yazılmasına da karşı çıkarım. Bu ses de, diğer Lazca'ya özgü sesler için kullanılan kaş  gibi, yukardan işaretlenmeliydi. Böylece aylarca süren yoğun bir Alfabe tartılmasına gireriz.

Bu tartışmalarda, aslında dilbilimsel bir genel bilgiye dahi sahip değildim. Sadece Lazca'ya kendine özgü bir dil izlenimi verecek yazma şekli arayışı içindeydim.

Wolfgang'a Lazca öğrenmede yardımcı olan, Vi3'uri işçi amcadan başka, konu ile uğraşan bir de Arhavi'de yaşayan emekli edebiyat hocası Fahri hoca vardır. 

Bu tanımadığım Laz edebiyat öğretmeninden söz ederken, Wolfgang'ın derin saygısı ve hayranlığı her an hissedilir. Beni de bir merak alır. Kimdi, bu Arhavili Fahri hoca? Arhavi de yaşayıp, kimsenin ilgisini çekmeyen, Lazca yazma merakı nerden gelir?

O yıllarda öğrenme açlığı, adeta yaşamımı belirlerdi. Sosyal-Pedagoji bölümünde gireceğim dersleri belirlerken, ilerde Lazca için bana gerekli olabilecek konu alanlarını seçer, ona göre ders planı yapardım. Eğitim sistemi buna oldukça müsait idi. Okuduğum bölümde derslerin içeriği, okul öncesi, gençlik çalışması, yetişkinlerin eğitimi, yaşlılarla çalışma gibi alanlara yayılır, değişik sosyal konulara yoğunlaşma imkanı vardır. 

Ben yetişkinlerin eğitimi alanına yoğunlaşırım.

Dernek Seminerlerine hazırlanırken ise, okuduğum kitapları da Ulusal Sorun eksenli seçerdim. Siyasi eğitim konu alanlarını da yine kendim seçerdim.

Gündelik yaşamımda ise, her an not defterim, kurşun kalemim çantamda, her fırsatta gerçek yaşama ara verir, çocukluğuma dönerdim. Didinana ile Dutxe'de ki evimizde Lazca konuşutuğumuz yıllara hasretle uzanırdım. Hatırladığım her kelimeyi, her deyimi not almasam kaybedeceğim sanır, içimdeki dile tılsımlı bir yazı gibi kıymet verirdim . 

Kimi işe giderken, tramvay yada trende, kimi okuldaki seminerden çıktıktan sonra yeşil alanda, avluda, bahçede, bir kenara çekilip notlar tutarım. Neydi beni Lazca yazmaya odaklayan ? Geride bıraktığım çocukluk arkadaşlarımın sevgi dolu dünyası mı? Almanya'ya gönderilirken, doğduğum ahşap evde, kuzine sobanın başında, karayemiş bakışları ile, yanlız  bıraktığım Didinana'ya bağlılık mı? Bilemezdim.

Onyılları katedip geldiğim bu günden baktiğimda, o zamanlar hemen her göçmenin içine düştüğü bir sorgulama başlar.

Aslında, birlikte getirdiğim korku, kültürel toprağı, kaybetme ve unutma korkusu, yazmaya odaklamıştı beni. Hafızama kayıtlı her Lazca kelime ve deyimi kağıt üzerinde görmek, beni memleketime bir adım daha yakınlaştırır, ordan kopmanın acısını hafifletecek kadar, bana iyi gelirdi. 

Wolfgang hoca ile, bu koşullarda yolumuz kesişir. Bu karşılaşma, bana derin bir sevinç ve umut yaşatır. Böylece yıllarımı alacak, kültürel kimlikte bir netleşme süreci başlar. Mani, destan, öyküyle, şiirle, Lazca yazma inadı, devam eder. Dönemin gerektirdiği kültürel kökeni ve tarihi merak etme ile şekillenen, bir kimlik sorgulaması sürecine girdiğimi, çok sonraları tesbit ederim.

Aslında sevincimi tam olarak yaşayamaz durumdaydım. 'Bizim, Lazlar olarak bilmediğimizi neden bir batılı hoca biliyor? Herşeyden önemlisi Lazların yaşadığı ülkede kimse neden hiç Lazca ve Lazlar üzerine bilgi sahibi değil? Kimdi Wolfgang Feurstein? Neden Lazların dili ve kültürünü araştırıyor? Bir bilim insanı olarak başka bir uğraşı, çalışma alanı yok muydu? Bunun kültür emperyalizmi ile bağları nedir?'

Bu sorulara ara ara  takılırım.

Bunlar Anti-emperyalist kültürü alan, her gencin sorabileceği doğal sorular olsa da, içimde belirsizlik kaynaklı bir huzursuzluk vardır. Tüm bunlar yine de Wolfgang hoca'dan öğrenmeye engel olamadı. Lazca yazmaya devam eder, alman hocamdan öğrenmeye çalışırım. Bir süre devamlı telefonlaşır ve yazışırız Wolfgang ile. 

Pratikte ise, benim ondan öğrendiğimden çok, Lazca'ya dair O'nun bana soracakları vardır. ' Bu Lazca kelime nasıl anlaşılıyor? Şu fiilin çekimi nasıldır? Lazlar'ın geleneksel yaşamı nasıldı ? Mitolojisi üzerine düşünceler. Kültürel Kimlik konusunda Lazlar'ın kayıtsızlığını nerden kaynaklı ? Adeta asimilasyona razı olma ruh hali neye dayanıyor ? '

Wolfgang hocanın soruları çoğaldıkça, benim kafamdaki kuşku şekilden şekile girirer. ' Bir akademisyen olduğunu söyleyen bu tanımadığım adama yardımcı olmam doğru mudur?  Yoksa politik olarak bir yanlış mı yapıyorum? '

Bu çelişkinin arka planında teorik olarak öğrendiğim genel siyasi doğrular vardır. 

' Batının kültür emperyalisti, kolonialist politikalarının burda bir rolü ola bilir mi? Türkiye'deki  toplumsal gelişmeleri kendi amaçları için yönlendirme ve etkileme eğilimlerinin bir parçası mi ? ' Bir bir düşünüyor, kararsız kalıyordum. 

Bu düşünceler, yoldaşlarımdan aldığım siyasi eğitimin bir sonucu olarak varlığını korurken, kültürel kökenime dair öğrenme merakımda bana ciddi bir engel oluyordu. 

İçimdeki çelişkilere karşın, bilime ve araştırmaya olan merak ağır basar. Bir süre devam eden kararsızlığıma, doğal olarak 1984 eylül başı bir nokta koyarım. 

Anadilimde yazmak istiyordum ve henüz bir Alfabemiz yoktur. Gürcü yazısını kullanmak pedagojik açıdan kolaylaştırıcı olmayacaktı. Wolfgang hoca'dan öğreneceğim genel bilgileri öğrenecek bir başka adres, kurum, merci yoktu. 

Özel Lazca Eğitimim'deki ilk hocam, Wolfgang ile özenle mesafeyi koruyarak, kontrollü bir okutman- öğrenci diyaloğu geliştirdim. 

O'nun için ise, benimle birlikte çalışmak, akademik çalışma programı için vazgeçilmezdi. Her an telefon ile arayabilir, Lazca'ya dair merak ettiği soruları sorup, detaylı cevaplar alabilirdi. Karşısında tutku ile kendi dilini keşfetmeye çalışan, yorulmak bilmez bir öğrenci vardı. 

Kültürel kökenime dair, hiç bir yerde ulaşamayacağım genel bilgiler, benim için bir hazine kıvamındaydı. Halkımın kültürü, dili, tarihi üzerine öğrendiklerimden dolayı, aslında sonsuz bir minnet duyardım Wolfgang hoca'ya.

Böylece, bir batılı bilim adamının, akademik araştırma yaparken, ihtiyaç duyduğu 'Informant'ı olmuştum. Daha doğrusu bu role sürüklenirim. İlk birlikte çalışma döneminden, 1990 lara kadar, bu rolün süreç içinde beni daraltacağını bilmeden yürür diyaloğumuz. Daha sonra hocasının karşısında eşit söz hakkını talep eden bir öğrenciye dönüşürüm.  

İklimi gibi insanları da bana soğuk gelen, bu garip maden bölgesinde, anadilimle konuşacağım hiç kimse de yoktu. Sonraları anladım ki, tüm Karadenizli hemşehrilerim gibi Lazlar'da, bir cemiyet olamayan topluluktu. Sadece yakın akraba ve köylüleri ile görüşürlerdi. Almanya'daki en yakın akrabalarım, Memet amcanın ailesinede gidip gelmiyor, kuzenlerimle kurduğum kardeşçe diyalog, ordan taşındıktan sonra kesintiye uğramıştı.

Alman aksanı ile konuşmasını severek dinlediğim, yanlızca bu sıradışı hoca ile , Lazca konuşabiliyordum. İçimdeki dilin yeşermesi için hafızama yüklenir, her günkü  göçmen yaşamı beni daralatınca, adeta O'ndan gelecek telefonlar ile avunurdum. Karanlıkta ıssız bir ormanda kalmış, çaresiz biri köylü kızı gibi, tutunurum Wolfgang hoca'nın bilgi birikimine. 

Yıllar sonra geri dönüp baktığımda, batılı bilim insanına karşı olan içimdeki müzmin süpheciliğin, gençliğimde aldiğim anti - emperyalist kültürün etkisinde, açıkça abartılı bir tutum olduğunu görürüm.

Bu abartı sadece Avrupa'ya gelen göçmenlerin burdaki bilim insanına bir güvensizliği değil, aslında geride bıraktığımız ülkedeki egemenlerin, sistemli olarak  'dört yanımız düşmanla çevrili, dış güçler' gibi ifadelerde bir sendroma dönüşen politik manipulasyondan kaynaklı  bir yanılgıydı. 

O yılları yeniden yaşama olanağım olsaydı, Lazca bilmekten ve merakımdan dolayı yakaladığım o kişisel eğitim olanağını dolu dolu yaşardım. Wolfgang hoca'yı bilimsel çalışma yöntemleri üzerine, başta Gürcüce ve Megrelce olmak üzere, Lazca üzerine çalışmak için gerekli dilleri öğrenmede örnek alırdım. 

Profesyonel destek alarak, bilimsel çalışmada didaktik üzerine, kendimi daha çok geliştirirdim.

Toplum bilimsel disiplinlerin öğrettiği gibi, insan kendi yaşamsal gerçekliği ile yaşar, düşünür, üretir. Lazistan'ın dağlar arasında saklı bir köyünde doğup, köylü kökenli bir gençlik hareketinde fırtınalı yılları yaşayan bir Laz kızında, gurbet ortamının verdiği hasret de eklenince, ilk yıllarda maalesef nostalji ağır basmıştır. 

En azından bu günden bakınca, sürece dair daha sağlıklı bir değerlendirme yapmak mümkün. Bu da beni az da olsa avutuyor. Abartısız ifade etmeliyim,  Wolfgang hoca'ya dilimizi kayda alınmanın, teknik yanını ve bilimsel altyapısını borçluyuz. 

Burda yapılan özeleştiri ise, ne yazık ki  kaçırdığımız kimi önemli fırsatları telafi etmez. Yapılacak telafi bizden sonraki kuşağa bir dizi çalışma alanı olarak miras kalmıştır.

Fetiye Xala Lazca okuma -yazma ögrenir

Wolfgang hoca ile öğretmen- öğrenci diyaloğumuz devam ettiği seksenli yılların başıydı. Yazı dilini yeni öğrendiğim anadilimde, ilk öğrencim ise Fetiye Xalamdı. Okulu olmayan, birer 'ev dilleri' olanların anadil öğretmenleri ise, büyükanneleri, anneleri, halalarıdır. Fetiye Xala da benim en önemli Lazca öğretmenlerimden  biridir. Yaşam bana, O'nun Lazca Alfabe-öğretmeni olma şansını da verdi. Fetiye Xala, Lazca okuma- yazmayı benden öğrendi.  

Ailece Berlin'de yaşayan, Nana'nın kızkardeşi olan, bu en yakın akrabamı, Can ile birlikte, yılda en az iki kez ziyaret ederdik. Özellikle 12 eylül sonrası, beş yıl kadar  Türkiye'ye gidemediğimiz dönemde. 

Genelde Paskalya ve Güz okul tatillerinde gider, günlerce dilimin pasını alırdım. O'nunla Lazca konuşmak, Lazca'ya dair öğrendiklerimi O'nunla paylaşmak, bana derin sevinç verir, Dortmund'a döndüğümde gündelik yaşamdaki zorluklara karşı, direnç ve güç katardı.

Köyümüzde kendi yaşıtları gibi sadece beş yıl ilkokula gidebilmiş, Fetiye Xala ile Dutxe'de imecelerde söylenen mani ve karşılamaları söyler, sesimizi teypte kayda alırdık. Ardından, başkalarının sesini dinler gibi hüzünle dinler, duygulanırdık. Daha sonra Dortmund'a döndüğümde ise, o ses kayıtları bana can yoldaşı olurdu.

Fetiye Xala'da gurbetin kasvetli günlerinde, kendi dilini konuşma özlemini taşıyan, geride bıraktığı sıcak sohbetlerin eksikliğini yaşayan bir Laz kadınıydı. İnsana güven veren aile ortamını unutamayan, kendimize özgü dünyayı arayan bir göçmendi. 

Diğer göçmenlerden farkı, doğduğu coğrafyaya aşırı düşkünlüğü ve kendi dilini anlayan pek kimse bulamamasıydı. Bir ziyaretimde aynı binada oturan komşusunu kastederek, ' Yugoslavlar kadar olamadık. Her gün konuşaçak bir hemşerileri var.'

Nana, yaşadığımız ülkeden uzaklarda, İstanbul'daydı. Fetiye Xala'nın Berlin'de yaşaması bana Ruhr Havzası'ndaki yanlızlığımı hafifletir, varlığıyla adeta, bana kanat gererdi. 

Oysa isyankar bir kalabalık içindeydim, ancak ruhen yanlızdım. Bu yanlızlık, belki de bir bakışta kimsenin fark edemediği bir durumdu.

Her günkü hayatta neşeli ve başarılı bir öğrenciyken, akşamları eve kasvet çökünce kendini belli eden, nefes almaya çalıştığım o sanayi bölgesinin ağır havası gibi bir hüzün. Memleket türkülerinin bile derman olamadığı bir melankolik ruh hali. 

K'oç'iva- Aile Birliği'nin yazılmamış kurallarını zorlayıp, büyüklerinin otoritesine başkaldıran, yaramaz bir kız çocuğu gibi sığınırım bu şehre. Zamanla hemen tüm semtlerine yayılan hayat hikayemde, güçlü yanlarımı ortaya çıkaran, bir türlü ayrılamadığım, dönüp dolaşıp tekrar sığınırım, bir sanayi ve maden kentinden, Kültür Projelerinin zenginliğine evrilen Dortmund'a. 

İşte o yıllarda, yüreğimi kabartan o telefon sesi, uzun süre yaşamımdan çıkmadı. 
' Belki Fetiye Xala'dır yada Wolfgang olabilir mi ? ' dediğim.Telefonun sesine hızla koştuğum, yaşadığım şehrin akşamlarına, dışarda kömür kokusu sinen 80'li yılları.

Çocukluğumun dilinde biri ile şakalaşmak bile mümkün değildi, kızdığımda Didinana gibi beddualara baş vurmak, lanet okumak bile.

O yıllara geri dönüp baktığımda, Borsigplatz'da geçirdiğimiz kısacık üç yıl, uzun bir dönem gibi gelir. Can ile paylaştığım o tamir edilmemiş çatı katındaki öğrenci evimiz, bazan dolup taşardı. 

Dost sohbetlerinin, siyasi eğitim semineri gibi geçtiği, arkadaş toplantılarında, içime gömdüğüm ezgiler yükselir, Fetiye Xala'nın telefon ahizesinden gelen anaç sesini, Lazca şakalarını özlerdim.

Sadece Can görürdü, dokunsalar ağlayacak halimi, o kasvetli gecelere bir yetim gibi sığındığımda, yüreğimin dolmasını. Aynı hızla ertesi gün normale dönen gündelik yaşamdaki gel-gitleri, sadece Can gözlemlerdi. Sanırım bundandı, hayat arkadaşım bana Dutxe dağları ve yamaçlarında birlikte büyüdüğümüz erkek kuzenlerim gibi tanıdık gelirdi. 

Görünümdeki normal yaşamın yanısıra, bir başka yaşamım daha vardı. Özel Lazca eğitimim. Bir alman hocam vardı, benden Lazca öğrenen, doğaçlama bildiklerimi öğrettiğim, benden onbeş yaş büyük sözel Lazcası benden daha çok iyi, yazmada ve okumada acemi, bir okadar da hevesli bir yetişkin öğrencim vardı. Çocukluğumda adeta Lazca ögretmenim olmuş, sımsıcak yüreği ile bir Laz kadını. Fetiye Xala.

Herkesin bir yaşamı vardı, benim bir bakışta görünmeyen bir kaç dünyam. 

Okuma-Yazma Kurslarında eğitmen olmak

Fetiye Xala'ya Lazca okuma-yazmayı öğrettğim yıllarda başlamıştı o dilek. Bir gün, bir köy okulunda Lazca öğretmeni olmak. Sosyal-Pedagoji Eğitimimde uygulamalı dersleri ve Stajlarıda, adeta kendime koyduğum bu hedef üzerine seçerdim. 

Geçimi sağlamak için Fachhochschule eğitimi yanısıra çalışmak zorundaydım. Okuldaki derslere sabahları girer, öğleden sonraları bana geçim sağlayacak yetişkinleri eğittiğimiz, Halk Eğitim Projelerindeki derslere girerdim.

Seksenli yıllar boyu, Türkiyeli yetişkinlere, önce Alfabe kurslarında okuma-yazma öğretilir, daha sonra günlük Almanca'yı öğrenecekleri dil kurslarına, dikiş- nakış gibi pratiğe dönük kurslara alınırdı.

Ben çoğunlukla, ilerde Lazca için gerekli olur düşüncesi ile, Alfabe kurslarını tercih ederdim. Elimizde ders kaynakları ve Türkçe Alfabe kitapları yoktu. Almanca dersler için hazırlanmış, ders kaynaklarından esinlenerek kendi kurs notlarımızı yazan, çoğumuz öğrenci, gelişmeye açık eğitmenlerdik. 

Fachhochschule deki hocam, Dr.Kreis beni Pedagojide bir ekol olan, Ezilenlerin Pedagojisi ve kuramcısı Paolo Frere'nin eğitim ktaplarına yönlendirmişti. Bu Brezilyalı anti-kapitalist eğitimcinin kitapları, kısa sürede en sevdiğim kaynak kitaplar oldu. 

Paolo Frere'nin kitaplarına ulaştıktan sonra, kafamda muğlaklıklar çözülür, geleceğe dair ufkum açılır. Bu eğitim metoduna göre, kilit noktası olan, sembol kelimeler ile okuma- yazma kurslarına hazırlanır, iyi sonuçlar alırdım. Derslerin konusunu, içeriğini, Paolo Freire'ye göre, öğrencilerin yaşam koşulları belirlerdi. Anadolu'da kadının yeri ve kadın sorunları üzerine kendimi yetiştirmek için çaba sarfederdim.

Alfabe Kurslarına çoğunlukla kadınların ihriyacı vardı. Adres bulmada, doktorda, resmi kurumlarda, Almanca bilmeden, kendilerini sağır ve dilsiz gibi hissederlerdi. Kurslarda Türkiye'nin değişik bölgelerinden gelen katılımcı olurdu. Kimi kadınların benim gibi içlerine gömdükleri bir başka dilleri olduğunu bilir, ancak buna dair detayları sormak adetten değildi.

Öğrenci Grubumda, Anadili Kürtçe yada Arapça olanlar vardı. Kendi aralarında ' ev-dillerini' konuşmaz, Anadolu'da geldikleri bölgelerin Türkçe ağzı ile konuşur, yaşadığımız ülkenin dilini nerdeyse hiç bilmezlerdi.

Kurslarıma katılanlar arasında Lazca bilen yoktu. Bu belki de Lazlarda okuma-yazma oranının yüksek olmasından, belki de yaşadığım şehirde Lazca bilen göçmenlerin az olmasındandı. Bir eğitmen olarak, Lazca okuma- yazma öğretme imkanım olmasada, ikinci dilimde bunu yapabildiğime seviniyordum. 

O yıllardaki çalışma alanım Alfabe kursları, beni yetişkinlerin eğitiminde, okuma -yazma öğretme metodları konusunda, oldukça donanımlı kılar.

Geçimimi sağlayan bu eğitmenlik işleri 1983- 87 yılları arasında devam eden Sosyal pedagoji eğitimi süresince devam eder. Sömester aralarına serpiştirilmiş stajlar ve eğitim sonrası bir yıllık mesleki staj ile 1988 Yaz sömestrinde Fachhochschule'deki eğitimi tamamlarım.

O yıllarda, Özel Lazca Eğitimim'in henüz başındaydım.

3- Arbeitskreis Lazebura  ( 1985- 1992 )

( devam edecek )